Feride'nin Kanatları

-
Aa
+
a
a
a

Bir çok insan, yazarların başlarından geçenleri ya da tanık olduklarını anlattığına inanır. Üzülsek de kabul etmek zorundayız; Şarlok Holms diye bir dedektif hiç yaşamadı. Neyse ki bu, o vakaların çözülmediği anlamına gelmez, çünkü onlar da gerçek değildi. Hepsini Sör Artur uydurdu. Çalıkuşu Feride’nin yaralı kalbiyle köyden köye uçtuğunu da unutun. Reşat Nuri kandırdı teyzelerimizi. Olmamış olayları olmuş gibi anlatabilmek yazarlığın gerektirdiği en önemli meziyetlerdendir. Kibarlığı bir yana bırakıp buna yalan söyleme becerisi de diyebiliriz. Yazmanın argoda yalan söylemek anlamında kullanılması sebepsiz değildir.

 

Kağıdı önünüze serdiniz ve kalemi kapıp bir öyküye başladınız. İlk cümle: ‘Amerika’da işletme eğitimi aldıktan sonra, dayımın iplik fabrikasında pazarlama müdürü olarak çalışmaya başladım.’ Gerçekte siz Amerika’yı hiç görmediniz. Fabrikalı ya da fabrikasız bir dayınız da yok. Dolayısıyla müdürlüğünüz de külliyen yalan ama önemli değil. Mühim olan başlattığınız yalanın devamını getirebilmeniz. Bu noktada önünüzdeki sorun, gözüne kestirdiği bayanı etkilemek için aynı palavraları atan çapkınınkinden hiç de farklı değildir. Amerika’da işletme eğitimi, patron dayı ve pazarlama müdürlüğü... Çapkın bayla bu ortak yönleriniz kullanacağınız yönteme de mutlaka yansıyacaktır. Sizin öykünüzün devamında, onun sohbetinin ilerleyen aşamalarında, söz Sem Amca’nın ülkesinden açılabilir. İkiniz de orada dört beş yıl kalan bir insanın ağzıyla konuşmaya çalışacaksınız. İşte bunu ne kadar becerebileceğiniz, yalan söyleyebilme kapasitenizle ilgili. Doğallık birinci kural. Ardından, arkasında kocaman yalancıları saklayabilecek minik ayrıntıları belirlemek geliyor. Listelemeye kalkarsanız bunlardan elinizde yeterli miktarda olduğunu görürsünüz. Sadece izlediğiniz filmlerden topladığınız malzemeyi bile doğru kullanarak karşınızdakini Amerika’da otuz yıl kaldığınıza inandırmanız mümkün. Caddeler, marketler, insanların kıyafetleri, ofisler... Hepsinden yararlanabilirsiniz.

 

İnsanların tanık oldukları ve yaşadıkları olayları anlatmaları elbette çok daha kolaydır ama yazarlık bu kolaylığın sınırları içine hapsedilemez. Öykü bazen sizin yabancısı olduğunuz sokaklara kendiliğinden sapar. Oraları daha önce görmediniz diye geri dönemezsiniz. Kahramanlarınızdan biri fena halde hastalandı; hayatınızda hiç doktora gitmediyseniz de onu doktora götürmek zorundasınız. İlaç kokan koridorlardan, hastabakıcılardan, garip cihazlardan, ömrünüz hastanelerde geçmiş gibi doğallıkla ve iyi seçilmiş ayrıntılarla bahsedeceksiniz. Tıpkı çapkın bayın hiç görmediği Menhetın’da beşinci caddeyi adımlaması gibi... Tolstoy, İvan İlyiç’in santim santim hayattan kopuşunu anlatırken, henüz sağdı.

 

Herkes yaşar ve hisseder. Yazar bundan fazlasına muhtaçtır. Gözlem yapmak, mesleğin hiç de sır olmayan bir zorunluluğu ama bunu bilmek yetmez. Gözlemle ne kastedildiğini anlamalı. Uydurmak için gerekli malzemeyi toplamaktır gözlem. İnşaat işçileri hakkında bir öykü yazmak uğruna bir ay onlarla çalışabilirsiniz. Doğru malzemeyi toplamadıysanız, masanızın başına oturduğunuzda, sadece ağır fiziksel işin kaslarınızda bıraktığı ağrıyı hatırladığınızı hayretle fark edersiniz. Kum elemek ve tuğla taşımak da saygıya layıktır ama öykünüze doğrudan faydası dokunmaz. İşçilerin kalfalara nasıl hitap ettiklerine, yemeklerini nerede yediklerine, nasıl şakalaştıklarına bakmış olmalıydınız. Ancak böyle ayrıntılar sayesinde okur öykünüzün gerçekliğine inanacaktır. Nasılsa onların da çoğu inşaat ortamına yabancı, diye düşünmemeli. Okurun tutarsızlıkları yakalaması için ortamın nasıl olacağını bilmesi şart değil, nasıl olamayacağı konusunda mantık yürütebilmesi yeterli.

 

Otuz gün inşaatta ter döktükten sonra masasına eli boş dönen kötü gözlemcinin aksine, iyi bir gözlemci şehirde geçirdiği sıradan bir günde çok değerli ayrıntılar toplayabilir. Dolmuş durağında beklerken şoförlerin konuşmaları geliyor kulağınıza: ‘Çektim kenara, senin benle karın ağrın ne gözüm dedim.’ Dilbilgisi kurallarına uygunluğunu umursamadan kaydetmeli bu cümleyi. Şoförlerle aynı statüden kahramanlarınızın ağzında çok güzel duracaktır. Caddede giderken yanınızdan iki genç geçiyor. Kılık kıyafetlerinden yoksul olduklarını anlıyorsunuz. ‘Oğlum yapamazsın sen o işi. Lan diye çağırırlar, küfürlü konuşurlar, ağırına gider.’ Bize, onların dünyasına ait bir kaygıyı öğretiyor bu cümle. Her zaman Amerika’da eğitim almış şanslı yeğene can verecek değilsiniz. Günü gelir yoksul bir gencin ruhuna girmeniz gerekir ve bu kaygı inandırıcılığınızı arttırır.

 

Yazar her kimin kılığına girecekse, çıplak ruhunun üzerine işinin ehli bir palavracınınkini giyinmeli önce. Yoksa eserleri inandırıcılık gücünden mahrum kalır ve köyden köye uçurmaya çalıştığı Çalıkuşu’nu, ancak ruhsuz sayfalar arasında gezdirebilir. Çünkü Feride’nin kanatları yalandandır.